29 Ocak 2011 Cumartesi

Körili Balkabağı Çorbası


Şu soğuklar çorbasız olmuyor hacı. Bütün gün dışarılarda bi taraflarım dona dona durduktan sonra, eve gelince HAZIRDA bulmayı en sevdiğim şey çorba tabi ki. Bundan dolayı, üç dört günde bir, bi kaç çeşit çorba yapıyor, akşam eve gelince hemen ısıtıp yiyorum (içiyorum?).

Ve şimdi de ne zamanı? Yes, balkabağı. Anneler (ve ablalar) bunun tatlısını yapar çok güzel, ben de çorbasını yapıyorum. Ablalar çorbasını da yapar, tamam.

Bu assonra yazacağım reçete, (aklımda kaldığı kadarıyla) Swissotel’den Louis şefin memleketi Güney Afrika Cumhuriyeti’ne özlü balkabağı çorbası reçetesi. İçinde benim biraz uydurmam kısımlar da olabilir.

Şimdi öncelikle belirteyim, balkabağı çorbası tatlımsı oluyor, bu tür lezzetleri beğenmeyenler hiç yapmasın. Benim annem hiççç beğenmiyor mesela.

1 kg balkabağı
1 adet orta boy patates
1 lt su
1 çay kaşığı köri
1 yemek kaşığı tereyağı (isteğe bağlı)
tuz & (bol) karabiber
süs & püs kısmı için isteğe bağlı olarak krema

Önce balkabaklarını kabuklarından ayırıyoruz. Ben önce dilimleyip sonra da dilimleri dörde ya da beşe bölüp, öyle kabuklarını kesiyorum, kolayıma gidiyor. Patatesimizi de soyup biraz daha ufak doğruyoruz. Patatesleri balkabağından daha ufak doğruyorum çünkü patates geç, balkabağı çabuk pişiyor.

Balkabaklarını ve patatesi tencereye alıp, üstüne de ancak üstelerini örtecek kadar soğuk su koyup, tencerenin kapağını kapatıp bi güzel pişiriyoruz.

Patatesler pişince, (balkabağı kesin pişmiş olur), ocaktan alıp blenderla çekiyoruz. Körisini, tuzunu – karabiberini ve suyun kalan kısmını sıcak olarak koyup yine ocağa alıyoruz ve bi taşım kaynatıp altını kapıyoruz. Bir parça tereyağını çorbaya atıp eriyinceye kadar karıştırıyoruz. Çorba hazır!

İsterseniz krema ile süsleyebilirsiniz. Ben bi süredir ne tereyağı atıyorum ne krema koyuyorum, sıfır yağlı bir çorba oluyor. Zaten hali hazırda çok lezzetli.




17 Ocak 2011 Pazartesi

Mikrodalgada Kupada Kek



Bir Yalanın Keşfi
(Ya Da Bir Beceriksizliğin İtirafı)

Şimdi ben sene başından beri yediklerime dikkat ediyor, abur cubur yapmıyor ve yemiyorum ya… bu, bugün yalan oldu.

Sabahtan akşama kadar yeni evim ve yeni işim (sonraki bloglarda yazacam, çok mutlu ve biraz  stresli bi takım işler peşindeyim) için koşuşturduğumdan bugün kendimi zararlı bi tatlıyla ödüllendirmeye karar verdim. Amma ve lakin, aynı nedenlerden dolayı yorgun ve uyuz olduğumdan çok da uğraşmak istemedim. Aklıma, internetlerde gezerken daha önce görmüş olduğum, şu mikrodalgada iki dakkada yapılan kek geldi.

Reçete şöyle:

4 yemek kaşığı un
5 yemek kaşığı şeker
2 yemek kaşığı kakao
¼ çay kaşığı kabartma tozu
azıcık vanilya
1 yumurta
2 yemek kaşığı yağ
3 yemek kaşığı süt
varsa;
parça çikolata
kuru meyve
badem/ceviz vs
süslemek için;
krema/krem şanti
çikolata sos

Buraya kadar çok şahane. Bundan sonra çok önemli bir yalan var valla!

Tarif der ki: Kuru malzemeyi büyük bi kahve kupasında (mug) karıştırın, yumurtayı ekleyin karıştırın, yağı ve sütü ekleyin karıştırın, konulacaksa çikolata parçalarını / kuru meyveleri vs ekleyin karıştırın. İyice karışınca mikrodalga fırında 1000 watta 2½  dakika pişirin.

O malzemeler battal boydaki kupada dahi karışmıyor ama! Evdeki en büyük kupalardan birini aldım, malzemenin ilk kısmını (kuruları) koydum, dikkatlice ama yine de döke saça karıştırmaya başladım. Baktım olmayacak, çok dökülüyor ve üstelik hiç de iyi karışıyor gibi görünmüyor, malzemeleri hakikaten battal boy denebilecek kupaya geçirdim, yine beğenmedim. Dökülüyor yahu karıştırırken! Üstelik daha yumurtayı, sıvıları koymamışım.

Sonra bu vatanın bi evladı olarak aklıma tabi ki ne geldi? Borcam. Oh be! Aldım malzemeyi, koydum borcama, şıkır şıkır karıştırdım, iki buçuk dakika da pişirdim, çok da iyi oldu, çok da güzel oldu. Mu? Henüz sıcakken yenirse, üstüne önerildiği gibi sos / krema bi şeyler konursa fena olmuyor. Tatlı krizleri için süper, misafire yapmayın!

6 Ocak 2011 Perşembe

Sağlıklı Tatlı

Meyveli Bi Şeyler

…dediysem de içinde yine de şeker var. Ancak bu münasebetle tatlı oluyor maalesef.


Bu tatlının adı yok, biz uyduracağız. Meyve Tatlısı filan denebilir ama hiç fiyakalı değil; önerilere açığım.

Her seneye rejim yapma ve yediğim içtiğime dikkat ederek girme kararımın sonucu olarak, ama feci şekilde de canım şekerli bi şey çekerken, nispeten hafif ve sağlıklı bir tatlı yapmaya karar verdim. Çünkü daha ayın 6’sı ve kararımdan henüz dönmüş değilim.

Bu tatlının bir benzerini daha önce MSA’da yapmıştık, hepimiz çok beğenmiştik. Sonra nedense ben bir daha yapmamıştım. Tatlının oradaki adı Asya Şuruplu Poşe Armut  gibi havalı bir şeydi. Ben her zamanki gibi reçeteyi elimdeki malzemeler gereği biraz değiştirdim.

Malzemeler

2 adet armut
2 adet elma (orijinal tarifte yok)
1 lt su
50 ml kırmızı şarap
250 gr şeker
1 parça tarçın
3-4 yıldız anason (bende olmadığı için koyamadım)
6-7 tane karabiber
2-3 kakule (orijinalinde yok ama elmaya armuda çok yakışıyor)
1 yemek kaşığı doğranmış taze zencefil yoksa 2 dal kurutulmuşu (bende yoktu, kurutulmuş zencefil kullandım)
1 limonun kabuğu (orijinalinde limonotu vardı)
2-3 kuru gül (Mısır Çarşısı’ndan almıştım gül çayı adı altında – orijinalinde yok)
1 yemek kaşığı kış çayı (bunu da Mısır Çarşısı’ndan almıştım – orijinalinde çubuk vanilya var, bende olmadığı için, içinde vanilya ve meyve parçaları olan bu karışımdan koydum)


 Görüldüğü üzere şeker dışında zararlı hiçbir şey yok.

Yazdığım baharatların / aromatiklerin en az bi dört tanesini koymakta fayda var. Ayrıca siz kendiniz de yakışacağını düşündüğünüz malzemeler ekleyebilirsiniz.

Meyveler dışındaki tüm malzemeyi bir tencereye alıp kaynatıyoruz. Bu esnada meyveleri soyabiliriz. (Meyvelerin altını düz kesin ki tabağa koyduğunuzda efendi gibi ayakta dursunlar, devrilmesinler.) Sonra meyveleri de tencereye yerleştiriyoruz ve yarım saat kadar tıngırdatıyoruz (alafrangacası; poşe ediyoruz yani.) Ben bi yandan yazarken ocakta unutmuşum ve elmalarımdan biri biraz dağıldı, dolayısıyla aman dikkat!

Meyveler pişince ocaktan alıyoruz ve şurubunun içinde soğumaya bırakıyoruz.

Servisi: Düz bir tabağa meyveleri koyup üzerinde çok çok az şurubundan gezdirebiliriz. Ayrıca bu sağlıklı tatlıyı biraz sağlıksız hale getirmek için üzerine az bir miktar krema ya da krem şanti konabilir.

19 Aralık 2010 Pazar

Ne Alaka

Bir yemek bloğunun adı neden “Yemek, İçmek, Rock n Roll” olur? İşte bu yazı onunla ilgili. (Edit: Onunla ilgiliydi ve giderek başka bir şeye döndü. Bu yazıda tahmin edebileceğiniz üzere yemek tarifi yok, yalnızca benim son 7-8 yılda nereden nereye geldiğime dair, düşünce akışı biraz olduğu gibi aktarılmış, özgeçmişimsi bir şey var.)

Yirmili yaşların sonunda, ki bir kısmı Bodrum’da yaşadığım döneme tekabül eder, fena halde sosyalleşmeye devam etmekteydim. Londra’da geçirdiğim üç yılın sonunda ve Britanyalılarla çalışmaya devam ederken ve üstelik kendimi de (salakça ama) biraz Londralı hissederken, baktım ki haftanın 3 - 4 günü arkadaşlarımla birlikte dışarıdayım.

Dışarıdayım ama  öyle eskisi gibi bir yerlerde dürüm döner, parça pizza filan yiyip kendimi rock barlara atmıyorum, eşle dostla yemeğe çıkıyorum! Rock barlara, ondan sonra atıyorum. Evet. Kafa aynı kafa, yaş 10 kadar fazla.

Tabi şanslı olduğum kısım, şu bahsettiğim eşin dostun da aynı kafada olması. Akşam 8’de oturduğumuz yemek masalarından gece 12’de zil zurna kalkıp yetmezmiş gibi kendimizi Körfez Bar’a ya da Adamik’e filan atıyoruz. Herkes bir “Rocker Inside” yani. [Tabi benim içki toleransı öyle yükseldi ki o dönem, annemlerle içtiğimizde, annem sarhoş olmuyorum diye üzülüyordu.]

Bu arada, yemek yapmakla hiçbir ilgisi olmayan ben, evde kaldığımız şu 3 – 4 günün 2’sini dışarıdan yemek söyleyerek geçiriyor, yemek yapmaya mecbur kalırsam da makarna yapıyorum. Yetmezmiş gibi, bir de paso misafir çağırıyorum.

Bir süre sonra, benim makarna milletin diline düştü, hakkımda bu konuyla ilgili yapılmamış espri kalmadı ve ben, yahu neredeyse yalan söyleyecektim(!), hiç değişmedim.

Bodrum’da yaşadığım iki yılın ardından İzmir’e döndüm ve Bodrum’da tanıştığım bir arkadaşımla (evet, ‘nalet’ eski sevgili) birlikte İzmir’de ufak bir kafe açtım. Mutfağa bir aşçı tuttuk, barda, serviste filan da kendimiz çalışıyoruz.

Bir gün aşçımızın mesaisi bittikten sonra mekana uğrayan bir arkadaşımızdan  hamburger siparişi geldi, biz ‘hadi len’ dedik, o ‘nolur lan’ dedi ve nihayetinde mutfağa girdim. Ve hamburgerin içinde köfte dışında ne olurdu unuttum!!! Şimdiye kadar bin kere hamburger yemiş ben, hamburgerin içine ne konur hiç ama hiç hatırlayamıyordum. Orada, el birliğiyle üç kişi beraber hamburger yaptık ve ben, eğer bu işi ciddi bir şekilde yapmak istiyorsam, eğitim almamın zorunluluğu üzerine düşünmeye başladım.

Bir süre sonra sevgiliden ve mekandan ayrıldım. Yeni, kesinlikle ortaksız, daha çok yemek üzerine bir yer açmaya ama bütün bunlardan önce de aşçılık eğitimi almaya karar verdim. MSA günleri başladı, bitti ve ben, inanılmaz ama, okul birincisi oldum. Swissotel’de staj yaptım, Louis Van Reenen gibi müthiş bir şefle çalıştım, ardından 3 ayda 15 tane filan iş teklifi aldım ve nihayetinde Yıldızburnu Cafe No:15’te mutfak şefi olarak bir sezon çalıştım.

Hamburgerin içinde ne olduğunu hatırlayamayan, yemek yapmakla en ufak bir alakasız olmayan benim içimde aslında bir aşçı gizliymiş, ne tuhaf. Ünlü şeflerin röportajlarını okuyorum, hepsi de “6 yaşından beri” yemek yapıyor! Valla ben bi buçuk sene önce başladım, yalan yok.

Dağılan konuyu toplamaca

Bir yaştan sonra insanın daha iyi yemeğe, daha iyi içeceğe/içkiye verdiği önem artıyor sanırım. Ama onun dışında değişen pek bir şey yok. Toplayamıyorum… kalsın şimdilik.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Lahana Çorbası

Bitmek tükenmek bilmeyen lahanayla devam.

Aldığımız devasa boyuttaki lahanayla yaptığım diğer bir yemek lahana çorbası. Daha önce hiç içmediğim için internette biraz tarif araştırdım, birçok değişik reçete buldum ve çoğu kez yaptığım gibi yine hiçbirini birebir takip etmeyip ama onlardan feyzalarak kendi reçetemi yarattım. Basit bir reçete ancak sonuç; annemin bile çok beğendiği harika bir çorba.

Annem demişken; en sevdiğim yemeklerin aşçısı, müstakbel lokantamın part-time çalışanı ve gayet tabi ki, yeni tatlara oldukça kapalı bir insan, tipik Türk anne modeli. Öyle ki, mutfak kesinlikle ve her şeyiyle onun mülkü ve onun denetimi altında, ve benim profesyonel olarak aşçılık yapmam, yani bu işten para kazanıyor olmam bu gerçeği hiçbir şekilde değiştirmiyor. ‘Aman ortalığı dağıtma’ kısmını (kısa bir süre önce) atlattım gerçi ama yine de onunla aynı anda mutfakta bir şeyler yapmak hala mümkün değil, nitekim ‘ayağımın altında dolanma’ diye kızıyor.

Gelelim lahana çorbası reçetesine:

Soğan 1 adet
Zeytinyağı 1 yemek kaşığı
Domates salçası 1 yemek kaşığı
Lahana ½ kg
Bulgur ½ su bardağı
Et suyu 1 lt
Kuru kekik 1 tatlı kaşığı
Kuru fesleğen 1 tatlı kaşığı
Pul biber 1 tatlı kaşığı
Tuz & karabiber

Soğanları yemeklik (mümkün olduğunca ufak), lahanayı da yaklaşık 2cmx2cm büyüklüğünde doğruyoruz. Lahanayı bu boyutta kesmemizin nedeni çorbanın kolay içilebilmesi, lahanaların ağızdan sarkmaması, şapır şupur sularınız dudaklarımızdan süzülmemesi. Ama bu konuları takmıyorsanız lahanayı jülyen de doğrayabilirsiniz.

Minik minik doğradığımız soğanları zeytinyağında şeffaflaşıncaya kadar pişirip salçayı ekliyoruz ve birkaç dakika daha pişirmeye devam ediyoruz. Lahanayı ekliyoruz ve yine birkaç dakika sürekli karıştırarak lahanalar ölünceye kadar pişirmeye devam ediyoruz.

Daha sonra bulguru ve sıcak et suyunu ekleyip yüksek ısıda bir taşım kaynatıyoruz ve tencerenin kapağını kapatıp düşük ısıda 15 dakika kadar pişirmeye devam ediyoruz. Son olarak tuz, karabiber ve baharatlarımızı ekliyoruz ve altını kapatıyoruz.

Tüm salçaları yemeklerde olduğu üzere tuz miktarına dikkat!
 
Bu arada önemli bir not: Bu çorba çok lezzetli olmakla beraber pek fotojenik sayılmaz. Daha havalı görünmesi için dilerseniz baharatları tabakladıktan sonra ekleyebilir ya da çok ufak doğranmış taze bir baharat (fesleğen, maydanoz ya da tüm zamanların en havalısı frenk soğanı) ile süsleyebilirsiniz.

26 Kasım 2010 Cuma

Muzlu Ekmek

Bir Amerikan Fenomeni(nin Büsbütün Değiştirilmiş Hali)
Eve ısrarla alınan ama asla tüketilmeyen sevgili meyvelerimizden muzun bence en yakışıklı halidir muzlu ekmek.
İnternette araştırdığımda bir yığın reçeteyle karşılaştım ama hepsi de yumurta, bol miktarda şeker, kabartma tozu ve vanilya vs içeren tariflerdi, yani bence ekmek değil, kek! Ben de kendi yöntemime başvurdum ve uydurdum. Sonuç: Mük-kem-mel!
Farklı ekmekleri genelde foccacio hamurundan (ya da ezberimde kaldığı kadarından) türetiyorum çünkü çok lezzetli bir hamur. Hamura bir miktar zeytinyağı ekliyorum ve maya miktarını bir hayli az tutuyorum ki tok bir ekmek olsun.

Muzlu ekmek yaparken dikkat edilecek en önemli unsur hamuru tutmak için kullanılan suyun miktarı. İlk denememe yarım kilogram unla başlayıp muzları ekledikten sonra unu bir kiloya kadar çıkartmışlığım var. Çünkü standart hamurumu tuttuktan sonra muzları ekleyip zavallı hamuru vıcık vıcık bir şeye dönüştürmüş, tekrar toplayabilmek için de bir o kadar daha un kullanmak zorunda kalmıştım. Artık aşağıdaki reçete tamam; yine de un paketini el altında tutmakta fayda var, nitekim ortam ısısı ve nem oranı hamuru ciddi anlamda etkilemekte.

Büyük bir kapta unu, suyu, yağı, tuzu, balı/şekeri, az miktarda ılık suda çözdüğümüz mayayı ve parçalara böldüğümüz muzu karıştırıyoruz. Muz karışımda tamamen eriyecek ve parça parça görünmeyecek.

Un ½ kg
Su ¾ su bardağı
Sıvı yağ 2 yemek kaşığı
Maya 20 gr (½ paket yaş maya)
Tuz 1 çay kaşığı
Bal/Şeker 2 yemek kaşığı
Muz 2 adet - ne kadar olgun, o kadar iyi
Bitter Çikolata 1 paket (80 gr) - ufak parçalara ayrılmış
Ceviz 1 avuç - iri kırıklar halinde (ben koymayı unuttum)

Doğru oran için, tüm malzemeler birbirine tamamen karıştığında hamurun elimize yapışmaması gerek. Yapışıyorsa, şu yanımızda tuttuğumuz paketten bir avuç un ekleyip karıştırmaya devam ediyoruz; ta ki artık hamur artık elimize ve karıştırma kabına yapışmayana kadar. Bu kıvama geldikten sonra hamura çikolata ve ceviz parçalarımızı ekleyip yoğurmaya devam ediyoruz.

Undaki glütenin aktive olması ve ekmeğin iyi mayalanması için hamuru bir süre yoğurmak gerekiyor. Ne zaman ki hamurun ucundan çektiğinizde hamur pat diye ayrılmıyor da biraz uzuyor, o zaman yoğurmayı bırakabilirsiniz; artık mayalanma zamanı.

Hamurun üstünü, streç film hamura tamamen değecek şekilde kapıyoruz. Böylece hamurun yüzeyi kurumayacak. Daha sonra da üstüne havlu, kumaş vs gibi onu nispeten ılık tutacak bir bezle kapatıyoruz ve bir saat kadar soğuktan korunaklı bir yerde kendi haline bırakıyoruz.
Bu süre sonunda hamuru bir hayli şişmiş olarak bulacağız. Bu görüntü bana anlamsız bir şekilde çok mutluluk verici geliyor!

Şimdi, bu şişmiş, tombul hamuru alıp biraz daha yoğuracağız, yalnızca bir dakika kadar. Bundaki amaç hamurda oluşmuş gazı çıkartmak. Bu gaz, muz ve çikolata nedeniyle şahane kokan bir gaz!
Artık tepsinin içini yağlayıp hamuru tepsiye yerleştirebiliriz. Ben top gibi ekmekleri (bun) çok beğeniyorum ama içinin iyi pişmemesi ihtimaline karşın bu miktardaki bir hamurun yüksekliğini çok tutmamakta fayda var. Üç parmak yükseklik, ekmek pişerken daha da kabaracağı için, ideal.
Hamuru tepsiye yerleştirdikten sonra üzere bir süzgeç yardımıyla un serpersek ekmeğin görüntüsü… hmmm, çok Fransız oluyor!

Son olarak, tepsiyi önceden 180 derece C ısıtılmış fırına koyuyoruz ve 40 dakika pişiriyoruz. Daha kalın kabuk için süre 50 dakikaya kadar çıkarılabilir.
 
Not: Bu arada dikkatimi çekti, yazarken uzun bir işlem gibi olmuş, ancak mayalanması için hamuru beklettiğimiz zamana kadar olan süre tüm hazırlıklar ve yoğurma dahil 15 dakika bile değil. Gözünüzü korkutmayın!

23 Kasım 2010 Salı

Coleslaw Salatası

Ben de blog yaptım, çok heyecanlıyım. Tek problem, acayip konuşkan bir insan olmama rağmen internetlerde çok utangaç olmam, iki lafı bir araya getiremem, hiçbir yazdığımı yeteri kadar eee… süper bulamamam. Öyleyse bu yazma isteği niye, onu da bilemiyorum. Böyle bir insanın blogu olur muymuş göreceğiz. Neyse, dilimin çözülmesini umarak ilk tarifime başlıyorum.

Blogumun ilk malzemesi, hiç de kuul olmayan bir sebze; lahana. Yemek, içmek ve rock ‘n roll alt başlıklı bir yemek bloguna insanın şöyle daha bir havalı, ne bileyim deadly delicious dark chocolate brownie falan gibi bir yazıyla başlaması daha yerinde olurdu sanki ama yazmaya başlama kararım ve elimdeki malzemenin rast gelişi böyle oldu, kısmet.


Bu arada Dimitri Tsykalov imzalı, lahanadan yapılmış bir çalışmayı profil fotografı olarak seçmiş olmam bir rastlantı! Hem bana lahananın da cool olabileceğini gösterdi.

Lahanalı tariflerden ilki tarif ızgara et ve tavuğun müthiş eşlikçisi (ben böyle klişe lafar etmek istemiyordum ama hani), coleslaw. Çeşitlemelerini yapmak mümkün ama ben olabilecek en sade olanını yaptım, (çünkü hali hazırda çok lezzetli ve üstelik less is more, değil mi?).

Lahana ½ kg
Havuç 1 adet
Yumurta sarısı 1 adet
Hardal 1 tatlı kaşığı
Elma sirkesi 1 tatlı kaşığı
Zeytin yağı ¾ su bardağı
Limon suyu 1 limonun suyu
Pudra şekeri/toz şeker 1 yemek kaşığı
Tuz & kara/beyaz biber

İlk olarak lahana yapraklarını ince ince doğrayıp bir miktar tuz ile yoğuruyor, çıkan suyu iyice süzüyoruz. Fazla uzun yaprakları kısaltmakta fayda var, aksi takdirde yemek zorlaşıyor. Havucu rendenin kalın tarafıyla rendeliyoruz ve bu iki malzemeyi bir karıştırma kabına alıyoruz. Lahana miktarı reçetede fazla gibi görünebilir ama yoğrulup suyu çıkarılan lahanalar kuş gibi kalıyor, bilginize.

Sosu için hazır mayonez de kullanılabilir ancak ben mayonezi kendim yapmaktan sapıkça bir zevk aldığım için hazırını kullanmadım, zaten evde de bulundurmuyorum.

Yumurta sarısı, elma sirkesi, hardal, pudra şekeri, tuz ve kara/beyaz biber bir kapta karıştırılır. Karıştırma işlemine devam ederken yağ bu karışıma yavaş yavaş eklenir. Bu işlem sırasında sürekli karıştırmaya ve yağı mümkün olduğunca yavaş eklemeye dikkat etmek lazım, yoksa sos mayonez kıvamını almayabilir.

Tuz, biber ve şeker kısmı kişisel tercihlere göre ayarlamakta fayda var. Ben tatlı-tuzlu karışımı çok severim ama tatlı niyetine yemediğim bir yemeğin aşırı şekerli olmasını da istemem.
Sos, lahana ve havuçla iyice karıştırılır ve işte; coleslaw salatası hazır!